ZAYIF BİR ZANLA BİLE ÂHİRETİ İNKÂR CAİZ DEĞİLDİR

Bir kısım ahmaklar vardır ki, işleri ne kendi basiretleriyle görüşleriyle anlayabilirler, ne de şerîatın bildirdiğini kabul ederler. Âhiret işlerinde şaşar kalırlar. Onları şüphe kaplamıştır. Ve bazan da şehvetlerinin galebe çalmasiyle, yaratılışlarının icabına uyarak âhireti inkâra kalkarlar. Kalblerinde, bu inkâr meydana gelir, şeytan da onu arttırır. Cehennemi anlatmak için bildirilenleri; insanları korkutmak için, Cennet hakkında söylenenleri ise, asılsız tatlı hayâller şeklinde söylenmiş zannederler. Bu yüzden şehvet ve arzularına uyarlar. Şeriatın emir ve yasaklarını dinlemezler. Şeriata uyanlara hakaret gözü ile bakarlar. Şeriata uyanlar için; onlar aldanmışlardır, aldatılmışlardır, derler. Böyle bir ahmağın böyle sırları delilleri ile anlayabilmesi mümkün müdür? O hâlde, açık bir sözle, düşünebilmesi için onu davet etmek icabeder. Ve ona denir: Eğer senin zann-ı galibin bu yüz yirmi dört bin peygamberin, bütün evliyâ, âlim ve hakîmlerin yanıldığı, aldandığı şeklinde ise ve sen bu ahmaklığınla bu hâlleri anladınsa, elbette bu yanılman seni tutar ve gururlandırır. Çünkü, âhiretin hakikatini bilmiyor, ruhanî azabı anlamıyorsun. Çünkü, ruhanî olan şeylerin misâlini ve şeklini hisler âleminden kabul etmiyorsun! Eğer yanılmasını câiz görüp; «İkinin birden fazla olduğunu bildiğim gibi, ruhun hakikati olmadığını biliyorum. O baki olamaz, ona öldükten sonra, cismanî ve ruhanî bir rahatlık ve acı olmaz» dese, o kimsenin mizacı bozulmuştur. Ona artık ümid etmemelidir. O, Allahü Teâlâ'nın haklarında «Eğer onları doğru yola çağırırsan, asla hidâyete gelmezler» (1), buyurduklarından olmuştur. «Bunun imkânsız olması benim için zarurî değildir. Çünkü bu mümkündür. Fakat pek uzaktır. İşin hakikatini tamamen bilmediğim ve bu hususta zann-ı galibim olmadığı için zayıf bir zanla bütün ömrümce kendimi niçin her şeyden men edip, lezzetlerden uzak durayım» derse, cevabında deriz ki: Madem ki bugün bu kadarını söyledin, şeriatın yolunu kabul etmen akıl icabı sana lâzım oldu. Çünkü tehlike büyük olduğu zaman zan zayıf olsa da ondan kaçılır. Meselâ sen bir yemeği yemeye başlarken, birisi sana; "Bu yemekten yılan yemiştir", derse o yemeği yemezsin. O kimse yalancı olsa ve yemeği kendisi yemek istediği için böyle söylediğini bilsen de yine yemezsin. Fakat, sözü doğru da olabilir diye düşündüğün için, kendi kendine; "Eğer yemezsem, açlığa katlanmak kolaydır, yersem belki doğru söylemiştir, o zaman zehirlenirim, ölürüm" dersin. Bunun gibi, hasta olsan vaziyetin tehlikeli olsa, duâ yazan bir kimse sana; «Bana bir dirhem gümüş verirsen, bir kâğıda sana dua yazarım ve yaptığım şeylerle iyi olursun», derse bu yazı ve şekillerin sıhhatle alâkası olmadığını bilsen de kendi kendine, «Belki doğru söylüyor, bir dirhemi elden çıkarmak bir şey değil», dersin. Eğer müneccim; «Ay filân yere gelince, şu ilâcı içersen iyileşirsin», derse onun sözü ile bu sıkıntıya katlanırsın ve «Olur ki doğru söylüyordur, eğer yalan söylüyorsa bu sıkıntıya katlanmak zor değildir», dersin.

O hâlde, aklı olan hiçbir kimse, yüz yirmi dört bin peygamberin ve dünyanın en büyük evliya ve âlimlerinin hep birden söyledikleri sözü, bir müneccimin, muskacının ve Hıristiyan bir hekimin sözünden aşağı tutmaz. Çünkü, bunların sözü ile kendine biraz eziyet veriyor ve daha büyük olan acı ve eziyetlerden kurtulmak istiyor. Az olan elem ve ziyan, bir şeye nisbetle az olur. Bir kimse dünyanın ömrünün ne kadar olduğunu, evveli olmayan ebedden, sonu olmayan ezele nisbetle ne kadar olduğunu düşünse, çektiği elemlerin, o büyük tehlike yanında ne kadar az kalacağını anlar. Bahusus kendi kendine, «Eğer onlar doğru söylüyorlarsa ve ben böyle bir azabta kalırsam, ne yaparım? Rahatla geçirdiğim şu birkaç gün ne fayda verir. Doğru söylemiş olabilir de!» diyebilir.

Ebedin mânâsı şudur ki, bütün âlem buğdayla dolu olsa ve bir kuşa bir senede bir buğday tanesi yiyeceksin dense o buğday taneleri biter de, ebed yine hiç azalmaz. O hâlde, bu kadar uzun bir zaman devam eden azab, ruhanî de olsa nasıl çekilebilir? Dünyanın ömrü, onun yanında ne kadar kalır ki? Hiçbir akıllı kimse yoktur ki, bu düşüncede olsun da, ihtiyat [tedbir, sakınma] yolunu ve bu tehlikeden kaçmayı ister sıkıntı ile olsun, ister zan ile olsun, lüzumlu görmesin. Zira insanlar ticaret için denizlerde dolaşır, uzun yolculuklara katlanır ve çok sıkıntı çekerler. Bunları zan ile yaparlar. Eğer bir kimsede yakîn yoksa, zayıf bir zan da mı yoktur? O hâlde, kendine acıyorsa bunun muhtemel olabileceğine de ehemmiyet verir.

Bunun için Emîrü'l-mü'minin Hz. Ali (r.a.) bir dinsizle münâzara ederken buyurdu ki: «Eğer senin dediğin gibi ise sen de ben de kurtuluruz. Fakat bizim söylediğimiz gibi ise, biz kurtulduk ve sen düştün, ebedî azabda kaldın». Emirü'l-mü'minîn Ali'nin (radıyallahü anh) böyle söylemesi, o mülhidin [imansız, dinsiz] zayıf aklına göre konuştuğu içindir. Yoksa sözünde ve itikadında şüphede olduğu için değildir. Çün ki yakîn olan yolun o mülhid tarafından anlaşılamayacağını anlamıştı.

O hâlde, dünyada âhiret azığıyla uğraşanlardan gayrisi gayet ahmaktır. Bunun da sebebi gaflet ve düşüncesizliktir. Çünkü dünya şehvet ve arzuları, bunu düşünmelerine zaman bırakmıyor. Yoksa, yakîn ile ve zann-ı galib [galip ihtimal] ile, hattâ zayıf bir zan ile bilenlerin hepsine, akıl icabı, o büyük tehlikeden kaçmak, emniyetli ve ihtiyatlı bir yol tutup Allahü Teâlâ'nın dilemesiyle selâmete kavuşmak vâcib olur.

Müslümanlık unvanındaki kendini tanımak, Allahü Teâlâ'yı (Celle celâlühü ve azzame şânühû ve azze kibriyâühü ve la ilahe ğayruhû) tanımak, dünya ve âhireti tanımak kısımları tamam oldu.

Bundan sonra Müslümanlığın şartlarına başlayacağız. İnşâllahü'1-azizü vahdeh...

(1) 18 — Kehf: 57.